İLK VAHİY
İçinde yaşadığı putperest toplumun çeşitli uygulamaları onu öylesine sıkıyordu
ki, içi daralıyor, insanlardan ve toplumdan uzaklaşmak istiyordu. Hatta kimi zaman eşi Hatice’den bile
uzaklaşıyordu. Ondan izin alıyor ve Mekke yakınlarındaki Hira Mağarasına çekiliyordu. Burada
kendini dinlemek fırsatını bulduğu için, çok mutlu oluyordu.
Küçüklüğünden beri içinde sürekli olarak var olan araştırma merakı onu öyle bir noktaya getirmişti
ki, kainatın, dünyanın, bütün canlı cansız varlıkların, o kendilerine bile faydası olmayan
tahtadan ve taştan putlar tarafından yaratılamayacağı hakikatine çoktan ulaşmıştı.
Böylesine mükemmel bir sistemi, ancak mükemmel bir varlık yaratabilirdi, o da Allah’tı. Fakat onu nasıl
bilecekti, nasıl bulacaktı. Sonra insan nasıl bir varlıktı? Kendisi de bir insandı. Acaba insan
ne için bu dünyada vardı? Sadece yemek, içmek, uyumak, evlenmek, ölmek için mi? Yada oyun ve eğlence için mi?
Böylesine mükemmel bir şekilde yaratılmış olan bir varlığın bir görevi, bir işlevi
olmalıydı, yoksa bu kadar büyük şeyler ona sunulmazdı. Kainattaki her varlık insana hizmet ediyordu.
Üstelik el, ayak, kol, bacak, kafa, burun, göz, kulak her biri ayrı bir üstünlük veriyordu ona, bir de insan aklını
kullanabiliyor, karşılaştığı meseleleri aklıyla halledebiliyordu. Demek ki insanın
aklının bir önemi vardı. Niçin bu akıl, başkalarına değil de insana verilmişti? Kendisi
de bir insandı. Demek ki o da bir şeylerden sorumluydu, ama ne?
Öylesine derin düşüncelere dalıyordu ki mağarada bulunduğu zamanlar, kimi zaman, günleri karıştırdığı
bile oluyordu. Bu düşünceler benliğini sarmıştı. Aklına takılan en önemli soru “insanın
niçin yaratılmış olduğu” sorusuydu. Ayrıca insana bu kadar büyük nimetler veren Allah’a
bir şekilde ulaşmak, onu bulmak, ona ibadet etmek de bir başka problemdi. Acaba onu nasıl bulacaktı,
ona nasıl ibadet edecekti? Bütün bu sorular artık başına ağırlık vermeye başlamıştı.
Bir cevap da bulamıyordu.
En iyisi kendimden başlamak diye düşündü. Evet kendimden başlamak. Kainatı, kainatın içindeki varlıkları,
canlı cansız bütün alemleri açıklamanın yolunu, kendimin ne olduğu sorusunu cevaplamak dedi kendi
kendine. Temel soru şuydu: “Ben neyim ve niçin buradayım?”
Ben bir insanım. İlk sorunun cevabı buydu. Niçin buradayım. Oyun ve eğlence için mi? Hayır!
Zevk u safa için mi? Hayır! Yemek içmek için mi? Hayır! Ne sorsa cevabı hayırdı. Bir başka soru
geldi aklına “insan nedir?”. İnsan bir varlıktır. Nasıl bir varlık? Canlı bir
varlık. Peki nasıl meydana gelmiş? Bir ana-babadan. İyi ama bunun bir ilki yok mu. İlk ana-baba nasıl
meydana gelmiş. Ottan mı çıkmış, hayvanlardan mı türemiş. Ottan çıksa yada hayvanlardan
türese, neden hala ot ve hayvanlar var, hepsinin insan olması gerekmez miydi? Yoktan mı var olmuş? Bir şey
kendi kendine nasıl var olabilir? Mutlaka bir yapanı olmalı. İnsanı Allah yaratmış ama
niye? Neden bu kadar nimetleri ona vermiş?
Sorular sorular sorular…
Cevapsız kalan, cevapsız kalmaya mahkum olan sorular….
Elbette cevapları var ama nasıl bulabilirdi o cevapları. Arabistan yarımadasında, çöllerin ortasında
bir şehirde yaşıyordu. Buraya ilim çok uzaktı. Allah’ın bilgisini verecek olan din de burada
yoktu.
Daha fazla kafa yormanın zamanı değil, artık eve gideyim diye düşündü. Fakat o an beklenmedik bir
şey oldu. Tarif edemediği bir varlık, bir şey, bir ses geldi kulağına. “Oku” diyordu,
“oku”. Mağaraya göz gezdirdi. Kendisinden başka kimse yoktu. İçi ürperdi, telaşa kapıldı.
Yine aynı sesi duydu: “Oku!” Bu nasıl bir şeydi. Bu ses neydi? Nerden geliyordu? “Oku!”
Nihayet kendisinde cevap verme cesareti buldu: “Ben, ben okuma bilmem”. Sustu, dinledi, sesin cevap vermesini
bekledi adeta. “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku, o insanı alak’dan yarattı. Oku insana bilmediklerini
öğreten, kalemle yazdıran Rabbin kerem sahibidir”. Doğrusu cevap beklemişti ama, bu kadarını
beklemiyordu. O ses, ona kafasındaki soruların cevabının hepsini verecekmiş gibi girmişti konuşmaya.
Artık daha fazla durmamalıydı burada. Derhal toparlandı ve kaçarcasına mağaradan çıktı.
Bir an önce eve varmalıydı. Yolda o ses kulaklarında çınlıyordu: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla
oku, o insanı alak’dan yarattı. Oku insana bilmediklerini öğreten, kalemle yazdıran Rabbin kerem
sahibidir”.
Eve nasıl geldi? Ne kadar zamanda geldi bilmiyordu. Derhal içeri girdi. Eşine hiçbir şey söylemeden içeri daldı.
Odaya girer girmez de “Beni ört” dedi.
Eşi garip bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Fakat bu telaş içerisinde kocasını,
üzmek, sıkmak istemedi. Derhal bir şeyler getirdi üstünü örttü. Bu sefer aynı ses: “Ey örtülere bürünen,
kalk ve (insanları) uyar. Rabbinin büyüklüğünü (bil). Elbiseni temiz tut ve kötü şeylerden uzak dur”
diyordu. Bu nasıl olabilirdi. Mağarada ki ses evine nasıl girerdi?
Eşi odaya girdiğinde o hala korku içerisinde titriyordu. “Ne oldu sana?” sorusuna: “Tam olarak
bilmiyorum bana ne oldu?” diye cevap verdi ve başına gelenleri anlattı. Eşi Hatice: “Müjdeler
olsun sana ey Muhammed, sen kötü bir adam değilsin ki Allah seni üzsün. Sen özü sözü doğru bir adamsın, akrabalarını
ziyaret eder, yetimi yoksulu gözetirsin, misafirlerine ikram eder, haklıyı savunursun” diyerek onu rahatlatmaya
çalıştı.
Ancak bu olayın aydınlatılması gerekiyordu. Zira kafası karışmıştı. Gerçi
yıllardır, kendisine “Allah’ın resulü” diyen bu türden sesle duyuyordu. Çoğu zaman etrafında
gördüğü varlıkların, adeta kendisine tazimde bulunduğunu hissediyordu. Fakat anlamını bilemiyordu.
Hatice’nin teklif üzerine, onun amcasının oğlu Varaka’nın yanına gitmeye karar verdiler.
Durumu Vakaka’ya anlattıklarında, gözlerini yitirmiş olan Varaka: “Sen Allah’ın son
peygamberisin. Keşke kavminin seni memleketinden çıkaracağı zaman senin yanında olabilsem”
dedi. Peygamber ne demekti? Hıristiyan olan Varaka, kısaca peygamberlik ve geçmiş peygamberlerden bahsettiği,
kendisi de duymuştu kimi haberleri ama, kendisinin bir peygamber olacağı hiç aklına gelmemişti. Peki
ama neden kavmi onu memleketinden çıkaracaktı?
|