Üç yıl kadar bir süreçte kendisini, artık bir şeyler yapmaya hazır hissediyordu. Fakat ne yapacaktı,
bilmiyordu. Evet, artık kesinlikle inanıyordu ki o, Allah’ın elçisiydi ama ne için? İlk haberleri
getiren ses üç yıldır gelmiyordu. Acaba bir hata mı yapmıştı, bir eksiği mi vardı?
İnsanlar kendisiyle dalga geçmeye başlamıştı.
Bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Çünkü içinde yaşadığı toplumda ahlaksızlık
almış başını yürümüştü. İnsanların maddi menfaatler için birbirlerinin canına
kıymaktan çekinmediği, kadının bir eşyadan farklı görülmeyip, sadece bir cinsellik aletiymiş
gibi muamele gördüğü, üstelik kendi maddi menfaatleri için bir takım taştan ve tahtadan yapılma putların
Tanrı diye satıldığı bu toplumda, bu kötü gidişe dur demenin zamanı gelmişti.
Kendisi çocukluğundan beri böyle şeylerden hep tiksinmiş, hep bu hastalıklara çare aramıştı.
Fakat, içinde yaşadığı toplum o kadar kör, o kadar sağırdı ki, kendisini ve etrafındaki
yakın gördüğü kimseler hariç hiç kimseye etki edememişti. Hatta bir seferinde, Mekke’ye ziyaret için
gelen hacılara ve yolculara kötü muamele edilmemesi için kurulan bir teşkilata bile girmişti. Faziletliler
anlaşması demek olan Hılfu’l-Fudul’da etkin de rol almıştı. Bir seferinde, sonradan
cahillerin babası (Ebu Cehil) denilecek olan şahsın, pazara gelen bir kimsenin malını aldığı
halde, ücretini ödemekten kaçındığı şikayetiyle gelen bir adamla Ebu Cehil’e gitmiş, bu
adamın parasını derhal vermesini istemişti. Her nedense Ebu Cehil hiç itiraz etmeden ödemede bulunmuş
ve mesele çok dallanıp budaklanmadan son bulmuştu. Ebu Cehil’e neden itiraz etmediği sorulduğunda
verdiği cevap çok ilginçti. “Ben ondan da sülalesinden de korkmam ve başının üzerinde bir ejderha
vardı eğer parayı vermeseydim beni yutacaktı”…
Onun en nefret ettiği şeylerden biri de hac mevsiminde insanların Ka’be’yi çıplak tavaf etmeleriydi.
Gerekçeleri, günah işlediğimiz elbiselerle nasıl Tanrı’ların huzuruna çıkarız…
Günah işledikleri elbiselerin, tavaf esnasında, Tanrı’ya yaklaşmalarına engel olacağı
düşüncesiyle, çırılçıplak Ka’be’yi tavaf ediyorlardı. Böyle bir şey olabilir miydi?
İnsanın günahında elbisenin ne rolü olabilirdi. Saçma bir düşünceydi. Ama bunu o topluma anlatmak yıllar
alacaktı.
Bir gün içinin iyice sıkıldığı bir zamanda kendisini bir dağın başında buldu.
Artık Rabbim benimle konuşmuyor, böyle bir dünyada yaşamaktansa ölmek en iyisi diye düşünmeye başlamıştı.
İyice uçurumun kenarı yaklaştı. Kendisini aşağıya bırakmayı düşünüyordu.
Tam o sırada bir ses duydu:
“Andolsun kuşluk vaktine. Ve sükuna erdiği zaman geceye ki; Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.
O seni yetim bulup barındırmadı mı, şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni
fakir bulup zengin etmedi mi? Öyleyse yetimi sakın ezme. Ve açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini
minnet ve şükranla an.” (Duha, 93:1-10)
Bu ilk vahyi getiren sesti. Eşinin amcasının oğlu Varaka’dan onun vahiy meleği Cibril olduğunu
öğrenmişti. Kendisine, Rabbinin onu terk etmediğin müjdeliyordu. İçine bir sükun geldi, rahatladı.
Kalbi göğsünden dışarı fırlayacak gibi olmuştu. Evet, meleğin getirdiği sözler doğruydu.
Daha doğmadan babası, altı yaşındayken annesi ölmüştü. Bakımını üstlenen sevgili
dedesi Abülmuttalip, ancak iki yıl bakabilmişti kendisine. Ondan sonra amcası Ebu Talip sahip çıkmıştı.
Onun yanında yetişmiş büyümüştü. Şöyle bir düşününce, gerçekten yetim olarak büyümüş olmasına
rağmen, yetimlerin maruz kaldığı bir takım sıkıntıları yaşamamıştı.
Demek ki bu Allah’ın kendisine vermiş olduğu bir nimetti. Fakirdi fakat, dürüstlüğü ve evlendiği
Hatice sayesinde zengin de olmuştu. Demek ki bu da bir nimetti. Rabbim hep beni görüp gözetmiş diye düşündü.
Her zaman kontrol etmiş Rabbi onu.
Artık kendisinden Rabbi’nin nimetlerini hatırlaması ve bunlara şükretmesi isteniyordu. Bu şükür,
asıl görevini de gösteriyordu. Nasıl şükredeceğini de biliyordu. Allah’ın insanlara olan nimetlerini
anlatmalı ve bunların karşılıksız olamayacağını onlara göstermeliydi.
|